11 Ekim 2022 Salı

Mutlu Sonsuz

 


Tam tamına 5 yılın ardından, bugün tekrar burada yeni bir yazı kaleme alıyorum. Hissettiklerim ne öncesine ne de sonrasına asla benzemeyecek biliyorum, çünkü insan bir defa aşık olur bu hayatta. O aşkı bulduğunu anladığında dört kolla sarılır ona, asla bırakmak istemez. İnanması, kabul etmesi o kadar güç ki... Kalbimde, ruhumda, bedenimdeki acı öyle büyük ki tarifi imkansız. Bu yazı bir iç döküş veya kendini anlama yazısı değil. Bu yazı sevgiliye çağrı yazısıdır. Yazıya başlarken bizim şarkımızı ve aslında neredeyse bizim hikayemizi dinliyor olacaksınız. Böyle güzel bir hikayeydi bizim aşkımız. Yazının sonunda kalemimden kağıda dökülen bir şiir bulacaksınız. Dilerim sahibinin kalbine tesir edebilir. Çünkü o içinde verdiği hiçbir savaştan galip ayrılamazdı, her karamsar anında Polyanna sevgilisinin desteğine ihtiyacı olurdu iyi düşünebilmek için.

“Daha son sözü söylemedi hayat! Belki yarınlar, mutlu sonlar var. Yeniden başlamak yorar insanı; Ama sonunda kavuşmak, mutlu olmak var...”

-Nazım Hikmet

Umut yitirmesi en kolay şey bu hayatta, sevgi ise inşa etmesi en zor. Yıllar sürer gerçek sevgiye ulaşabilmek, anılarla doludur aşkın içi, geriye dönüp baktığında hiçbir keşkesi olmaz, hiçbir kötülük hatırına gelmez onların. Gözleri birbirinden başkasını görmez iki aşığın. Kavuşmaktan başka gayeleri yoktur şu hayatta, bilirler çünkü vuslat hayatın bütün zorluklarına karşı onların asıl kurtuluşudur. Zorlu geçen bir ömrün acısını şefkat dolu bir omuz dindirir bilirler. Ama gözümüzü kapatınca hiçbir aydınlık fayda etmez yönümüzü bulmamıza, kayboluruz unuturuz bize iyi gelecek şefkat dolu aşkın yerini. Yıldızını aradığında görememek ve tekrar orada olmadığına şahit olmamak için gözlerini yummasına gerek yoktur insanın. Kara bulutlar gider ve gökyüzü hiç olmadığı kadar aydınlık, kristal berraklığına bürünür tekrar. Gözlerini aç, göz yaşlarını sil ve tekrar huzura dön yüzünü. Burada seni bekleyen tek şey aşk ve huzur, kötü hiçbir şey yok. Kırılmış kalbin, yitirmişsin umutlarını, vazgeçmişsin hayallerden. Yıldızı sönmüş gözünün, kara bulutlara aldanıp kaybettin sanmışsın kutup yıldızını. Keşke her zaman gökyüzü berrak bir şekilde karşımızda dursa. Keşke her yıldızlara bakıp yönümüzü bulmak istediğimizde kutup yıldızımız orada olsa. Gün gelir görürsün gittiğini sandığın o yıldız hep yerinde aynı parlaklığıyla durmuş. Yalnızca yanlış yöne bakmış, bulutların ardını görememişsin bal gözlerinle. Sen benim karanlık gecelerimde yönümü aydınlatan ay ışığım oldun, yüzümü hep sana döndüm, hep sana koştum delilercesine. Koşarken yoruldum, düştüm, karamsarlığa kapıldım ama asla vazgeçmedim sana ulaşmaktan. Yeri geldi benim şehrim de karanlığa gömüldü ama her karanlığın sonunda aydınlık olduğunu gördüm seninle. Tıpkı Nazım’ın da dediği gibi, yarınlar mutlu sonlar var. Sonunda kavuşmak, mutlu olmak var. Bu hikaye mutlu sonu hak ediyor, bunu sen de tıpkı ben gibi biliyorsun. Dilerim yaşanması mümkünken bu mutlulukları bize layık görürsün.

“Aslında insanın canını en çok acıtan şey; hayal kırıklıkları değil, yaşanması mümkünken yaşayamadığı mutluluklardır.”

-Dostoyevski

Gecenin Ardından

Ve işte sen gidiyorsun, benden uzağa; bizden çok uzağa,
İnandırmışsın kendini, düşürmüşsün bir tuzağa.
Dinle kalbini, söyler o sana mutlaka,
Ne zaman yanılttı ki seni, sor ona.

Ve işte sen gidiyorsun, kendinden uzağa; bizden çok uzağa
Yanında götürdüklerini bilmeden beraberinde.
Kaçma, çok uzaklaşmadan geri gel yanıma,
Avcuma bıraktığın emanetin hala boynumda.


Ve bir gün gelecek,
İnanacağız masalların gerçek olduğuna.
Ve bir gün doğacak,
Unutacağız gecenin karanlığını.

Döneceğiz yüzümüzü masmavi berrak sulara,
Bulutsuz gökyüzünde göreceğiz aslında suya yansıyan benliğimizi.
Aynı toprakta yeşerecek tekrar,
Soldu sandığımız papatyalar.

Süreceğiz motorları her şeyin başladığı boğazın serin sularına,
Yüzümüze vuracak hayatın acı rüzgarları.
Üstümüzde gürleyen yağmur dolu kara bulutlar,
Döndüremeyecek bizi vuslatın kıyısına ulaşmaktan.

Varacağız karış karış bildiğimiz o yurda,
Sevinçten dört döneceğiz orda, burda.
Her köşesine bir çiçek ekeceğiz birlikte,
Kokusuyla huzur dolacağız sonsuzda.


13 Aralık 2017 Çarşamba

İkinci Bölüm: Yarım Kalanlar

İkinci Bölüm: Yarım Kalanlar ve Kasım





Uzun zaman oldu yazmayalı, tıpkı geçtiğimiz Kasım ayı boyunca hemen hemen her konuda olduğu gibi, yazmak konusunda da yarım kaldım. Bugün standart şablonun dışına çıkıp yazının başında açmanız için bir şarkı bıraktım yukarıya. Müziğin tanrıçasıdır benim dünyamda Birsen Tezer ve dolayısıyla onun olmadığı bir blog düşünülemez.

Bugüne kadar geçirdiğim en ilginç Kasımlardan birini, belki de en ilgincini, geride bırakmış bir şekilde, kafamı tamamen boşaltmak adına kaleme alıyorum bu yazıyı. Biliyorum ki eğer bu yazının sonunu getirebilirsem işte o zaman tam olarak Kasım ayını ardımda bırakmış olacağım.

“Her şey yarım kaldı yine ne tuhaf. Aşk yarım nefret yarım hayat yarım.”

Hayatımda her şeyin yolunda gittiğini düşündüğüm zamanlarda tek eksiğin aşk olduğu fikrinden asla kaçamam. Omzundaki yüklerden, sancılı bir ilişkinin kalıntılarından, henüz kurtulmuş birisi olarak kendimi yeni bir insanı sevmeye hazır hissetmek öyle büyük bir velinimettir ki benim dünyamda; hemencecik birini sevip kendimi onun kollarına atmak ve puzzle’nin son parçasını da böylelikle tamamlamış olmak hayatımdaki yegâne vazife haline gelir böyle durumlarda. Fakat hesaba katmadığım bir şey varmış-ne kadar da şaşırtıcı öyle değil mi?-. Benim puzzle sandığım hayatım -hani o tek parçası hariç hepsi tastamam olan- aslında bir kare bulmacaymış -evet o gazetelerde bıyık çizdiğimiz cinsten-.  Tam ben son kareleri doldururken bir de ne göreyim!? Önceki cevabın son harfi bu cevabın baş harfiyle uyuşmuyor. Aslında bir şeyler ters gidiyor ve bütün cevaplar bir anda kocaman kara kutular haline geliyor; hayatımsa üstüne bıyık dahi çizilse gülünmeyecek bir kargaşanın içine sürükleniyor.

Tükenmez kalem adettir kare bulmacada. Cevapları silip yenilerini yazamıyorum yerlerine, üstlerini karalıyorum bir bir. Önce bir dostun kutusunu karalıyorum, çok bastırmadan izi arkaya geçmeyecek şekilde, çünkü gazetenin geri kalanının bundan etkilenmesini istemem. Fakat tükenmez kalemin azizliğine uğrayıp hem diğer dost kutulara taşıyorum hem de gazetenin kendisine zarar veriyorum.
Ardından birkaç papatya çiziyorum başka bir kutunun yanına ve birkaç tane de gül, fakat ne papatya ne de gül yakışmıyor bu kutunun yanına; oraya ait olmadıkları o kadar belli ki, -tam o esnada “Belki de başka yerde açmak istedi çiçek” diyor radyodaki şarkı-. Doğruluğundan emin olmadığım soruların yanına çiçek çizmemeyi öğreniyorum bir kez daha. 

Üstesinden geliyorum bulmacanın, cevapları yazamıyorum belki kutucuklara ama, artık biliyorum o soru(n)ların cevaplarını-ileride karşıma çıktıklarında tekrar karalamak zorunda kalmayacağıma seviniyorum hatta-.

Bir ay boyunca gazetenin sayfalarını çevirmeye çalıştım, çıkan o ses beni gecelerce uyutmadı, günler boyu ruh gibi dolaşmama sebep oldu fakat sonunda bulmaca işlevini yerine getirdi ve bana bir şeyler kattı. Yoktan var etmek, büyümüyorsa bırakmak, bazen sonradan tamamlamak, bazen de asla tamamlayamamak. Herhalde bazı şeyler eksik kalmak zorunda.
 
Kasım ayına ve bana kattıklarına/götürdüklerine teşekkür ediyorum. Yolda gördüğüm ve günümü güzel geçirmemi sağlayan, umudu dürtmeme yardımcı olan bir çiçeğe yazdığım, yarım kalmış şiirim-henüz bir başlığı bile yok- ve sevgili Cihan Mürtezaoğlu’nun “çiçek” diyerek bitirdiği “Bir Beyaz Orkide” şarkısı eşliğinde sizlere veda ediyorum. Bir sonraki yazıda sarılıncaya dek şen ve esen kalın!

Yolun kenarında, solgun bir çiçek
O çiçek açacak bir gün herkes görecek!
Ve o çiçek sayesinde belki de
Bütün mahalleye bahar gelecek.




28 Ekim 2017 Cumartesi

Ustalara Saygı Kuşağında Bugün: Sabahattin Ali-Değirmen Hikaye Analizi

Değirmen

Ali’nin satırlar boyunca yaptığı net betimlemelerinin yanında kullandığı süsten noksan anlatım kuşkusuz her kesimden insana hitap etmesini sağlayan bir numaralı etkendir. Nesiller boyunca okunabilecek bir eser ortaya çıkarmasında yalın bir dil kullanmış olması ve hayatın içinden bir konuyu ele alması şüphesiz yardımcı olmuştur. Karakterler her ne kadar bir kültüre bağlı görünerek sınırlandırılmış olsalar da Ali’nin teşbih sanatındaki ustalığı rahatça empati kurmamızı ve karakterleri benimsememizi sağlıyor.

Âşık bir insanın yahut âşık olduğunu sanan bir insanın, iç dünyasını, yaşadığı duygu selini-değişimlerini, kararlılığını-kararsızlığını ve o bütün insani duyguları her ihtimali göz önünde bulundurarak anlatıyor Ali hikâyesinde. Peş peşe sıraladığı soru cümlelerindeyse aşkın tanımını arıyor tabiri caizse. Sevdaya düşmek için başka hiçbir güç tarafından baskı altında olmamak gerektiğini ve yalnızca “zihni duru” insanların sevdaya düşebileceğini savunuyor yazar. Takibindeki cümlelerde ise “zihni duru” insanın tanımını şöyle yapıyor:
Batı rüzgarı kadar serbest dolaşan ve kendimizden başka Allah tanımayan biz Çingene'ler

Çingenelerin hayatını, yaptığı betimlemelerle resmediyor  ve konaklayacakları yerleri nasıl seçtikleri hakkında kafamızda bir fikir oluşmasını sağlıyor. Konakladıkları yerlerdeki insanların onlara hangi gözle baktıklarını ve genel olarak nasıl tepki aldıkları bilgisini vermeden de geçmiyor, bizim de kafamızda onlara karşı bir  yargı oluşturmamızı istiyor bu yöntemle. Bu noktada ardı sıra gelen betimlemelerin arasında bir cümle dikkatimi çekiyor:
“...biraz ötedeki zeytin ağaçlarının arasında çadırlarımızı kurduk...
Ali burada Çingeneler’in ne kadar barışçıl olduğuna değinmek adına zeytin ağaçlarını kullanıyor ve ekliyor:  “İşler iyi gidiyordu.
Ana karakterimiz canlanıyor gözümüzün önünde, ruhen ve fiziken, tamamen tasvir ediyor yazar karakteri okuyucusuna. Peşi sıra ikinci karakter geliyor gözümüzün önüne. Ali kızın içinde bulunmuş olduğu durumun zorluğunu derinlere, çocukluğuna kadar, inerek aktarıyor bize. Böylelikle biz de onun yaşamış olduğu bu zorluklara şahitlik etmiş, yönelttiği sorular sayesinde de empati kurmuş, oluyoruz.

Zamanla Atmaca ve kızın birbirlerine aşık oluşuna, birbirleri için yanıp tutuşmasına, tanıık oluyoruz. Kızın Atmaca’ya sarf ettiği sözlerden ne derece çaresiz bir ruh halinde olduğunu, kendisini ne kadar küçümser bir tavır takındığını anlamamız mümkün.
’Ağam,' dedi, 'ben senden noksanım, bana sadaka mı veriyorsun?..'

Kız öyle bir noktadadır ki artık sevgiyi, bir insanın başka bir insana hiçbir şeye sahip olmadan dahi verebileceği tek şey, olan sevgiyi kendisine çok görür. Kelimeler kifayetsizdir bu noktadan sonra Atmaca ne söylese ne yapsa  boştur artık. Fakat o sevgisini kanıtlamak için ilginç bir yola başvurur, tıpkı kız gibi bir kolunu değirmene daldırır.

Bu noktada iki soru işareti oluştu aklımda, asla cevaplanamayacak iki soru işareti: Kız hayatı boyunca kendisini suçlu mu hissedecekti yoksa kendisi için çok büyük bir fedakârlık yaptığını düşünüp Atmaca’yı ve sevgisini kabul mü edecekti?



18 Ekim 2017 Çarşamba

Ustalara Saygı Kuşağında Bugün: Attila İlhan-Üçüncü Şahsın Şiiri Analizi

Üçüncü Şahsın Şiiri

Taş Habil’in kafasına çarptığından beri insanlığın beyninin içini eriten, Camus’a kadar muhtemelen adı konmamış bir yangın; varoluş. Bu açığı kapatmak için-ki bu açığın yarattığı dehşet ölüm korkusundan bile daha şiddetle ortaya çıkmakta-çeşitli kavramlara bel bağlayan insanlar; varoluşun sıkıntısının ilacını aşkta aradılar. Bu insanlar için şüphesiz ki bu kavram dahilinde yaşanacak bir hayal kırıklığının dehşeti yoklukla eşdeğerdi.

"...Felaketim olurdu ağlardım."   
     
Belki de şairlerin, Atsız'ın "Aşk şehvetin estetik halidir."(Atsız 1972, Ruh Adam) sözüyle özetlenebilecek; aşkı tamamıyle madde düzeyine indiren mantaliteye karşı böylesine cansiperane bir mücadele iradesi göstermesini bu perspektiften incelemeli. Üçüncü şahsın şiiri de bu bağlamda ele alınmadığı müddetçe İlhan'ın içine düşmüş olduğu dehşeti ve bir şiirde böylesine birbirinden uzak duyguların bir arada nasıl barınabildiğini anlamak mümkünsüz bir vasfa ulaşıyor.Bu durumda İlhan'ın aralarında herhangi bir iletişimin daha önce vuku bulmadığı,kendisinin varlığından dahi haberdar olmayan bi kadına karşı hissettiği duyguları yargılamak;bunun gerçeklikten uzak ve İlhan'ın zihninde,tamamen İlhan öyle istediği için kendisine bağlam bulabilen bir durum olduğunu zikretmek ise şüphesiz ki ahmakça bir harekettir.

"...Üşürdüm, içim ürperirdi..."

Üçüncü şahsın içine düştüğü çaresizliği bu şiirin her dizesinde iliklere kadar hissetmek mümkün. Bu çaresizliğin çöp adama karşı bir nefret olarak ortaya çıkması ise insan zihninin zor durumlar karşısında nasıl da rasyonellikten uzaklaştığının bir göstergesi. İlhan belki de Atsızcı fikre karşı kendi zihninde verdiği mücadelenin de bir ifadesi olarak; kendisinin üçüncü olduğu bir hikayenin birinci şahsının kendisinin yanında, onunla birlikte olmasını değil, onun kendisini-üçüncü şahsı-sevmesini ister. Bunun gerçekleşmesinin olanaksızlığı karşısındaki dehşetengiz vaziyet;onu çöp adamı öldürme fikrine kadar götürür. Bunun içinde bulunduğu çaresizlik bağlamında,kendisine bir fayda sağlamayacağını bilir ama duyguları,mantığının önüne geçmiştir bir kere.Okuyucunun,şairin kalbinde korlanan alev bu kadar kuvvetliyken içinin nasıl olupta ürperdiğini anlaması ise;yine okuyucunun duyguları ve yaşanmışlıkları ile ilgili bir meseledir.

"...Sen kalkıp ona giderdin..."

Şiirin sonunda bu hayal kırıklığının içinde her akşamını "Jezabel"in kan içinde yattığı bir romanın sonuna benzetir. Bu üçüncü şahsın duygularının yoğunluğunu anlamamız için bir ipucudur.Şairin,Birinci şahsın gözlerinin içine bakmanın dahi kendisi için nasıl dehşetli bir yıkım olduğunu anlatmak için felaket kelimesini kullanmasını bile çaresizliğinin bir göstergesi olarak görmek mümkündür. Duygular o kadar yoğundur ki; hayal kırıklığının dehşetinin yanında felaket kelimesi bütün ağırlığını yitirir. Ancak elden gelecek birşey-bu dehşeti anlatmak için telaffuz edilecek bir kelime dahi-yoktur.Çöp adamın gülüşünü cenazeye benzetirken kullandığı üslup ise okuyucunun içinde bile çöp adamı karşı bir nefret doğmasına yol açar.Bu durumda üçüncü şahsın, ahlaki açıdan rezalet olarak dahi nitelendirilebilecek eylemler içerisinde bulunmasını yargılayabilecek yetki,bütün insalığın ve hukuk sistemlerinin elinden alınmıştır.Üçüncü şahıs için bütün bu acıyı anlatamıyor olmanın yanısıra,içerisinde bulunduğu durumda kendi payına düşen şeyin sadece derin bir suskunluk olduğunun farkında dahi olmadan,elinden hiçbir şeyin gelmemesinin çaresizliğini yaşamak bir zorunluluktur artık.



Üçüncü Şahsın Şiiri

Gözlerin gözlerime değince 

Felaketim olurdu, ağlardım 
Beni sevmiyordun, bilirdim 
Bir sevdiğin vardı, duyardım 
Ne vakit karşımda görsem 
Öldüreceğimden korkardım 
Felaketim olurdu, ağlardım

Ne vakit Maçka'dan geçsem 

Limanda hep gemiler olurdu 
Ağaçlar kuş gibi gülerdi 
Bir rüzgâr aklımı alırdı
Sessizce bir cigara yakardın 
Parmaklarımın ucunu yakardın 
Kirpiklerini eğerdin, bakardın 
Üşürdüm, içim ürperirdi 
Felaketim olurdu, ağlardım

Akşamlar bir roman gibi biterdi 

Jezabel kan içinde yatardı 
Limandan bir gemi giderdi 
Sen kalkıp ona giderdin 
Benzin mum gibi giderdin 
Sabaha kadar kalırdın 
Hayırsızın biriydi fikrimce 
Güldü mü cenazeye benzerdi 
Hele seni kollarına aldı mı 
Felaketim olurdu, ağlardım


Attilla İlhan



9 Ekim 2017 Pazartesi

Ustalara Saygı Kuşağında Bugün: Edip Cansever-Mendilimde Kan Sesleri Analizi

Mendilimde Kan Sesleri


Edip Cansever’in Mendilimde Kan Sesleri şiiri benim için umudu, memleket sevgisini ve dönemin şartlarınını en iyi ifade eden şiirlerden biri olma özelliğini taşıyor. Şiirin ilk mısralarındaki umutsuzluk ve karamsarlık dönemin zor şartlarının bir eseri. 60’lar başta olmak üzere kendisinin Türkiye Cumhuriyeti’ndeki bütün darbelere şahitlik etmesi kuşkusuz kalemine yansımış. Bu kasveti takip eden dizelerde ise, şair içime umut aşılamaya başlıyor, kendi tabiriyle umudu dürtmemi sağlıyor. Sahiden insan yaşadığı yerin izlerini taşıyor. Taşı, toprağı hatta havası o insanı gerçekten o yapıyor. Ne kadar da doğru bir noktaya parmak basmış şair! Günlük hayatı, o dönemde yaşanan bir günü öyle güzel betimlemişki,  yazdığı dizeleri okurken zihnimin bir köşesinde  hemen canlanıveriyor dönemin yansıması. Bir  bakmışım Konya’dayım, bir bakmışım Antep’in kırmızı düzlüğünde. Memleketi karış karış geziyorum her bir dizede. Beni ben yapan o eşsiz sokakları, köşeleri, evleri ve daha nicesini öylesine anlatıyor ki Cansever mısralarında; evet diyorum kendi kendime, çocukluğumun geçtiği bu sokaktaki ağaçtı beni eriğe bu kadar aşık eden, evet işte o ağaçtı her erik gördüğümde çocukluk günlerimi aklıma getiren.

Şiirin ortalarına geldiğimde ise, dönemin zor şartlarının insanların yüzüne nasıl yansıdığını bir tokat gibi yüzüme vurdu şair. İnsanların birbirine olan hasreti, söylemek zorunda olduğu yalanları, işsizliği, dinmeyen gözyaşlarını ve en kötüsü de gülememeyi! Ardındansa şair Ahmet Abi’yi benzetiyor memlekete ve arkasından şunu fark ediyorum; hepimizin bir Ahmet Abi’si yok mudur? Hayatımızda adı Ahmet olan en az bir kişi vardır, işte bu nedenle hepimize seslenirmiş gibi geliyor şair Ahmet Abi’ye seslenirken aslında. Resimlerden, cezaevi demek olan resimlerden, özlem demek olan resimlerden bahsediyor şair. Sevmeye aç oluştan mütevellit acele sevmelere, bir omuz arayışından mütevellitse çabuk kurulmak istenilen dostluğa ve zamanla değişen duruşa değiniyor. Şairle birlikte geçmişe gidiyorum Ahmet Abi adı altında, bir zamanlar tıklım tıklım, cıvıl cıvıl olan istasyonlarda dolaşıyorum, her ilden her ilçeden insan manzaralarıyla karşılaşıyorum ve sonunda bir kadının hayalini kuruyoruz birlikte; çocuk demekti kadın, çocuksa umut demekti. Dünyayı düzeltecek umutlar ortaya çıkarmayı hayal ediyoruz birlikte. Çünkü o çocuklar büyüyecek ve bu memleket onlar sayesinde yücelecek. Şiirin benim gözümde zirve yaptığı yer burası. Öylesine umut dolu öylesine geleceğe dair ümitli ki, umudunu yitirmiş birisi şu dizeleri okuyacak olsa hemen içinde umut kıpırtıları belirmeye başlar.

Şiirin sonlarına doğruysa, Edip Cansever o dönemin insaları için trenlerin ne anlam ifade ettiğini anlatıyor birbirinden güzel iki benzetmeyle. Almanya’ya çalışmaya giden işçilerden, onları uğurlayan kadınlardan bahsediyor birisinde. Bir tutsak gibi yanlış yerde büyüyen ağaçlara benzetiyor onları! Hayatımda gördüğüm en doğru benzetmelerden biri olmalı bu. Çünkü bu benzetme, haksız yere hapse atılan gençleri, kaybolan insanları, gurbet yolu gözleyen eşleri, anneleri ve daha nicesini öylesine güzel özetliyor ki. Diğerindeyse memleketin içler acısı halini, dağılmış pazar yerlerine benzetiyor ve ekliyor: Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile. Bu mısradan anlıyorumki dönemin insanları o kadar alışmışlarki bu karışıklığa ve hüsran haline, artık yadırgamaz olmuşlar onu. Üzülseler bile hemen gelip geçiyormuş üzüntüleri. Öyle bir dönemki o dönem insanlar bunca şeyin yanında bir de verem illeti ile boğuşmuşlar ve Edip Cansever de şiirine dönemin en büyük acılarına sebep olan o hastalığa istinaden Mendilimde Kan Sesleri adını vermiş, son dizelerini ona ayırmış.


MENDİLİMDE KAN SESLERİ

Her yere yetişilir
Hiçbir şeye geç kalınmaz ama
Çocuğum beni bağışla
Ahmet Abi sen de bağışla
Boynu bükük duruyorsam eğer
İçimden öyle geldiği için değil
Ama hiç değil
Ah güzel Ahmet abim benim
İnsan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
Suyunda yüzen balığa
Toprağını iten çiçeğe
Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine
Konyanın beyaz
Antebin kırmızı düzlüğüne benzer
Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir
Denize benzer ki dalgalıdır bakışları
Evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına
Öylesine benzer ki
Ve avlularına
(Bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi)
Ve sözlerine 
(Yani bir cep aynası alım-satımına belki)
Ve bir gün birinin adres sormasına benzer
Sorarken sorarken üzünçlü bir görüntüsüne
Camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına
Öyle bir cıgara yakımına, birinin gazoz açmasına
Minibüslerine, gecekondularına
Hasretine, yalanına benzer
Anısı işsizliktir
Acısı bilincidir
Bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan
Gülemiyorsun ya, gülmek
Bir halk gülüyorsa gülmektir
Ne kadar benziyoruz Türkiye'ye Ahmet Abi.
Bir güzel kadeh tutuşun vardı eskiden
Dirseğin iskemleye dayalı
-- Bir vakitler gökyüzüne dayalı, derdim ben --
Cıgara paketinde yazılar resimler
Resimler: cezaevleri
Resimler: özlem
Resimler: eskidenberi
Ve bir kaşın yukarı kalkık
Sevmen acele
Dostluğun çabuk
Bakıyorum da simdi
O kadeh bir küfür gibi duruyor elinde.
Ve zaman dediğimiz nedir ki Ahmet Abi
Biz eskiden seninle
İstasyonları dolaşırdık bir bir
O zamanlar Malatya kokardı istasyonlar
Nazilli kokardı
Ve yağmurdan ıslandıkça Edirne postası
Kıl gibi ince İstanbul yağmurunun altında
Esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen
Kadının ütülü patiskalardan bir teni
Upuzun boynu
Kirpikleri
Ve sana Ahmet Abi
uzaktan uzaktan domates peynir keserdi sanki
Sofranı kurardı
Elini bir suya koyar gibi kalbinden akana koyardı
Cezaevlerine düşsen cıgaranı getirirdi
Çocuklar doğururdu
Ve o çocukların dünyayı düzeltecek ellerini işlerdi bir dantel gibi
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar...
Bilmezlikten gelme Ahmet Abi
Umudu dürt
Umutsuzluğu yatıştır
Diyeceğim şu ki
Yok olan bir şeylere benzerdi o zaman trenler
Oysa o kadar kullanışlı ki şimdi
Hayalsiz yaşıyoruz nerdeyse
Çocuklar, kadınlar, erkekler
Trenler tıklım tıklım
Trenler cepheye giden trenler gibi
İşçiler
Almanya yolcusu işçiler
Kadınlar
Kimi yolcu, kimi gurbet bekçisi
Ellerinde bavullar, fileler
Kolonyalar, su şişeleri, paketler
Onlar ki, hepsi
Bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlere büyüyenler
Ah güzel Ahmet Abim benim
Gördün mü bak
Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
Ve dağılmış pazar yerlerine memleket
Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile
Gelse de
Öyle sürekli değil
Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün
O kadar çabuk
O kadar kısa
İşte o kadar.
Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar
Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar
Mendilimde kan sesleri.
               
                    Edip CANSEVER

5 Ekim 2017 Perşembe

Birinci Bölüm: Büyük Ümitler

Girizgâhın Güzeli
Herkesin çok iyi bildiği gibi, ilk izlenim önemlidir. İşte tam da bu sebeple girizgâhın güzel olması şart. Bu bloğu kaleme(klavyeye) almamın en önemli sebebi bir yandan kendim için veri bankası oluştururken diğer yandan kendi yazılarımı ve beğendiğim yazıları sizlerle paylaşmak. Hatırımdan çıkabilme ihtimali olan her şeyi hep birlikte burada göreceğiz. Günümüzün revaçta olan “ezber yapamamak” akımına ben de kapıldım maalesef. Bu nedenle burayı bol bol kullandığıma şahit olacaksınız. Paylaşımlar; şiir, deneme yazıları, kitap/şiir/film analizleri, gündeme dair yorumlar ve nadir de olsa hayatımda o dönemde olup biten şeyler hakkında olacak. Tabii ki bunların yanında yüksek dozda kaliteli müzik almazsak olmaz. Çok sevgili Simge Pınar'ın içleri ısıtan sesinden bir parça eşliğinde, keder dolu şiirim "Zifiri" ile bloğun ilk yazısına noktayı koyalım. Bir sonraki yazıda sarılıncaya dek şen ve esen kalın!

Zifiri
Keder yüklü bu gece bulutlar
Mevsim normallerinin üzerinde, endişeli
Bu kadar yük ağır değil mi?
Meteoroloji çoktan uyarmıştı oysaki
Ama insanoğlu hiçbir zaman umursamaz ya
Doğası gereği. 
Yine o ufak ihtimal gözde büyütülmüş,
Kıl kırk yarılmış ve öz kandırılmıştı
Bir kez daha.
Coşkulu sevgi gösterileri ertelenmiş
Yas çoktan ilan edilmişti
Sevdanın duraklarında.
Bu ne bir sondu ne de yeni bir başlangıç
Ertesi günü diğerlerinden ayıran
Yalnızca buydu.
Şair bu şubat sabahına hiç uyanmak istemezdi
Ay’a bir çivi vurup geceyi gündüz etmese
Her şey tastamam olurdu onun için.
Monoton dünyasından yakınsa bile
Böyle ansızın ve tarifsiz bir değişime
Hiç ama hiç hazır değildi.